Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:
“Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan, yüzde otuz, kırk adama zarar verebilir.
“İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dâiresinde dinsizliği neşretmek için, “ifsad komitesi” namında bir komite. Bu da yüzde on, yirmi adamı bozabilir.
“Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevi Purotluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde, belki binde birisini Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir. Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu, gördük ki; Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım, garplılaşmak ve garplılara tam benzemek mesleğini takip edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyan yüzde ancak birisini, belki binden birisini Purotlar ve Hıristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünkü, İngiliz iki yüz sene zarfında tahakküm ettiği iki yüz milyon İslâmdan iki yüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez. Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hıristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğinden; iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat Partisi meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’ etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faydası dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz...” [24]
Demokratlara bir ders olarak yazılmış pek mühim bu mek-tupta “Purutluk Cereyan”ını diğer iki müthiş cereyana göre az zararlı göstermesinin sırrı; o günkü Demokrat Parti ve iktidarı içinde bir grup mason ve batıcı zihniyet taşıyan insanların varlığından söz ediliyor olmasıydı. Bu gruptan zamanın basını, özellikle muhalif basın söz etmekteydi. Demokrat Partinin de, CHP gibi dine muarız bir parti olduğu imajını vermeye çalışarak yıpratmaya ve halk nazarında düşürmeye çabalayanlar vardı. Hatta CHP bu işi özellikle programlamış takip ediyordu. Mesela 1950 seçimlerinde kendi partilerinde Ankara milletvekili adayı, Ticani Şeyhi Kemal Pilavoğlu iken, bilahare CHP’liler özellikle İsmet İnönü, adı geçen Pilavoğlu’nun müridlerini kışkırtarak Ankara/Ulus’taki ****** heykelini kırmak ve Meclis’te ezan okutmak gibi tezgahlanmış sinsi planlar yürüttükten sonra, CHP velveleler kopartarak Demokratları irtica ile ittiham etme-ye girişmişlerdi. Neticede Ticanilere mahkemelerce cezalar ve-rildi. CHP’liler bu defa gizliden gizliye Demokratları din aleyhtarı olarak gösterip propagandalar yürütmüşlerdi. İşte Bediüzzaman Hazretleri bu noktadan, çevrilen sinsi desiselere ma’ruz kalmış Demokratları ve onlara oylarını veren Müslüman halkı irşad etmek istemişti. Zaten Hazret-i Üstad bu mektubunun alt tara-fında: “... Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’i bir zararla pek külli bir zarardan kur-tulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” [25] diye kayıtlıdır.
Hazret-i Üstadın şu pek realist görüşü, usulüddin ilminde “def-i şer celb-i hayra müreccahtır” temel prensibini tazammun etmektedir. Yoksa, haşa! –Protestanlığı okşar veya İslamlar içinde tervicini arzu eder değildir. Bundan öyle bir mana çıkaranlar, ahmak birer divane veya menfi mihraklar canibinden görevlendirilmiş sinsi birer şeytandır. Her ne ise.
Yine aynı manalar etrafında olarak, 1945’lerde Afyon/Emirdağ’da iken kaleme aldığı bir mektupta şöyle buyurmuştur.
“... Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
“O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı, Risale-i Nur Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için mat-buat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
“Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, âlem-i İslâmın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir.” [26]
Evet, üstad-ı azam olan Hazret-i Bediüzzaman hak söylüyor. Türkiye’nin Müslüman halkının Lozan Muahedeleri şartlarına uyularak, tarihinden, dininden, anane ve İslamî adet ve yaşayışlarından kopartılmak istendiği kapkaranlık günlerde, tek bir dini kitap ve iman ve itikadı takviye eden tek bir eser yayınlanamazken, dini muteber kitaplar, hatta Kur’an-ı Kerimler de toplattırılıp yakılırken, yani halkı komünizmin istilasına müheyya bir hale getirmek için gayretler sarfedilirken, işte o günlerde en ağır sürgün ve esirlik hayatını yaşayan Nur müellifi Üstad Said-i Nursi eserlerini yazmış ve elden ele gizli olarak neşrettirmiştir. Yani manen Lozan’ın sinsi planlarını suya düşürmeye muvaffak olduğu gibi, alem-i İslamın Türkiye hakkında, İngilizlerin propagandasıyla “Türkiye Hıristiyanlaştı!” zanlarını bertaraf edip, “Hayır Türkiye halkı müslümandır ve Müslüman kalacak” hüsn-i zannına Risale-i Nur ile çevirmeye, biiznillah muvaffak olmuştur. Bu mevzuun, “NATO’ya giriş ve İngilizler” bölümünde de detaylıca izahı vardır, az sonra gelecektir.
Ve bunlara ilaveten: İngilizlerin Birinci Cihan Harbi sonun-da İstanbul’u işgal ettikleri günlerde, onun Protestan olan Angli-kan Kilisesinin baş papazı, Şeyhülislamlıktan istihzalı dört sual-lerine otuz bin kelime ile bir cevap istediğinde, Şeyhülislam Bediüzzaman’a müracaatla karşı bir cevap vermesini rica etmiş, Hazret-i Bediüzzaman: “Şimdiki vaziyetimizde, İngiliz’in bizi işgal, Boğazdaki toplarımızı tahrip etmiş olduğu bir hengamda, papazının mağrurane suallerine cevap vermek değil, onun yüzüne bir tükürükle cevap vermek lazımdır” demiştir. Fakat yine o günlerde yayınladığı Rumûz isimli eserinde bir cevap yazıp herkese meccanen dağıtmıştır.